Tuesday, August 23, 2016

Bisikletçi


O yaz ani bir kararla sakin bir sahil kasabasına yerleşmiştim. Beni burada kimse tanımıyordu. Bazen buradakilerin Türkçe konuşmasına bile şaşırıyordum çünkü en başta benim için orası yabancı bir ülke gibiydi.
           
Gittiğim hafta berberle tanıştım. Nasıl bir saç traşı istediğimi tarif edişimden muhabbet açılmıştı. “Okul tıraşından biraz uzun olsun” demiştim. Çocukluğumdan beri berberde bu kalıbı kullanıyordum, önceki berberim de bu durumu hiç yadırgamıyordu. Burada bir anda dalga konusu olunca garibime gitmişti.
            
Sonraki hafta bisikletçiyle tanıştım. Buralarda herkes bisiklete biniyordu. Canım çekti. Benim eskiyi kaptığım gibi götürdüm bisikletçiye. Zincirleri yağladı, frenlere baktı ve ayak pompasıyla lastikleri şişirdi. “Borcumuz ne kadar?” dedim. “Gönlünden ne koparsa” dedi. “Söyle abi ne kadar?” dedim. “5 lira versen yeter” dedi.

5 lirayı verdim ama adamın haline acıdım. Bisikletle epey uğraşmıştı. Sonra da herşeyin çalıştığından emin olmak için binip bir tur sürmüştü. Gönlünü almak için “Abi ben lastikleri de mi değiştirsem ne dersin?” dedim. Lastikleri 50 liraya değiştirebileceğini ama benim lastikler gri olduğu için ancak yarına  eline gri lastik geçeceğini söyledi.

Gaza gelip “Seleyi de değiştirelim abi. Yarış bisikleti selesi fena göt acıtıyor” diyip güldüm. Gülmeme karşılık vermeden “35 liraya da seleyi değiştiririz” dedi. O da gaza gelip “İstersen bir de genel bakım yapalım o da 100 lira tutar” diye ekledi. “Tabi abi olur. Hazır genel bakım yapıyorken şu vites göstergelerini de elden geçirelim” diye devam ederken oradan ayrıldığımda ortaya 750 lira bir hesap çıkmıştı ve yarın öğleden sonra bisikleti oraya getirmem için sözleşmiştik.

Bisiklet tamiri için 750 lira işin neresinden bakarsam bakayım çok fazlaydı. O kadar paraya en kralından yeni bisiklet alırım diyordum kendi kendime. Üzerine biraz daha koysam motor alırdım anasını satayım. Kerizlenmeye niyetim yoktu.

Ertesi gün bisikletciye gitmedim. Ondan sonraki gün de gitmedim. Aksi gibi bakkal ile benim aramda da bisikletçi vardı. Bakkala giderken mutlaka önünden geçmem gerekiyordu.

Üç gün dayandıktan sonra bakkala kesin gitmem gerektiğini farkettim. Evde süt yoktu yumurta bitmişti ve ekmekler bayatlamıştı. Bünyem artık tostu yemek olarak kabul etmiyordu. Utana sıkıla çıktım gittim bakkala. Giderken göz ucuyla bisikletçiye baktım. Dükkan boştu. Baya rahatladım. Ben geri dönene kadar o dükkana geri gelmesin diye FBI tarafından aranan bir kanun kaçağıymışım gibi hızlıca alışverişimi yaptım.

Bakkaldan geri dönerken bisikletçi dükkanına baktığımda elini beline koymuş beni izlerken yakaladım onu. Beş saniye kadar bakıştık. Sonra ben “İyi akşamlar abi” diyip gevrek gevrek gülümsedim. O sertçe “sağol” demekle yetindi. O sağolun içinde neler gizliydi neler... Ulan madem almayacaktın neden o kadar hesap yaptırıp vaktimi çaldınlar, puşta bak bana vermeye kıyamadığı parayla gidip marketi almışlar, koskoca adamın işi gücü yok gelmiş benle taşak geçiyorlar gizliydi.

Gerçekten hiç böyle olsun istememiştim ama bu garip huyum beni burada da yalnız bırakmamıştı. Olaylar beklemediğim şekilde sonuçlanmıştı. Gidip “Ulan insafsız pezevenk vur dedik öldürdün. 750 lira bisiklet tamir parası mı olur? Tour de France’deki bisikletlerden alırım ben o paraya” diyesim geldi ama demedim.

Yürürken çok hızlı yürümüş olacağım yumurtaların bir tanesi hariç hepsi kırılmıştı. Eve vardığımda bu durum yüzünden epey moralim bozulmuştu. Tek yumurtayı yarım ekmekle beraber yerken herşeyin o puşt bisikletçi yüzünden olduğuna kanaat getirmiş ve intikam planları kurmaya başlamıştım. Bu kimsenin bilmediği ufacık kasabada kendime bir düşman edinmem uzun sürmemişti. 

Karnım doyunca nefretim azaldı. Yemeğin üzerine iki fincan da çay gömünce ortada nefret falan kalmadı. Bundan sonra tek yapmam gereken bisikletçiyi görmezden gelmekti. Selam bile vermeyecektim ibneye.

Bu şekilde bir hafta kadar geçirdim. Sonra bisiklet sürdüğüm bir gün dükkanın önünden geçmemeye gayret gösterdiğim halde başka bir yolda bisikletçiyle karşılaştım. “Nasıl bisiklet güzel gidiyor mu?” dedi. İlgi göstermedim. Bisikleti son vitese alıp pedallara abanarak uzaklaştım oradan.

Sonraki bir ay boyunca hayatımın en güzel dönemlerinden birini geçirdim. Yalnız olmasına yalnızdım ama boş zamanımı o kadar iyi planlıyordumki yalnızlığımı farketmiyordum bile. Sabahları yanımda kağıt kalemle denize gidiyor biraz yüzdükten sonra aklımdakileri kağıda döküyordum. Sonra sıcak poğaça satan pastaneye gidiyor orada karnımı doyuruyordum. Öğle sıcağını uyuyarak geçirip akşama dinç kalkıyor ve birşeyler okuyor ya da izliyordum. Geceleri de mutlaka sahilde yürüyüş yapıyor ya da bisiklet sürüyordum.

Bir gün gece yürüşlerim sırasında karanlıktan bir ses işittim. Sonra bira şişelerinin yuvarlanma sesleri geldi. Sesin geldiği tarafa baktığımda bana bakan mermi gibi bir çift gözle karşılaştım. Bu nefret dolu gözler bisikletçiden başkasına ait olamazdı. Tüm iyi niyetimle yanına gidip “Abi daha birbirimizin adını bile bilmiyoruz ama birbirimizden nefret eder hale geldik. Çocuk güler şu yaptığımıza. Saçmasapan bir olay oldu işte unutalım gitsin. Gel barışalım sana şurada bir bira ısmarlayayım,” dedim.

İlk kaptığı bira şişesini yerde kırıp keskin tarafıyla üzerime yürümeye başladı. "Nasıl unutayım ulan? Senden alacağım paraya güvenip o gece herkese içkiler ısmarladım, borca harca girdim. Senin yüzünden düştüğüm hallere bak. Ocağıma incir ağacı diktin pezevenk" diyordu.

Geri geri yürüyerek Edip Akbayram şarkılarından hatırladığım nakaratlarla barış mesajları vermeye çalışıyordum. Yaşlı kurt üzerime doğru hamle yapmaya başlayınca tüm gücümle ters tarafa depar atmaya başladım. O da koşuyordu ama onun hızının yanında ben rüzgarın oğlu gibiydim. Bana yetişemediğini görünce geri dönüp bisikletine atladı. Kumsala doğru koşmaya başladım. Bisiklet kumlarda batar ben de kurtulurum diye ümit ediyordum.

Kumsalda dalağım şişene nefes nefese kalana kadar koştum. Gitar çalıp eğlenen bir genç grubunun yanına gelmiştim. Ter içinde kalmış beni görünce biraz paniklediler ama sonra eğlenmeye devam ettiler.

Yavaş yavaş o gruba doğru yaklaşıyordum. Toplulukla beraber olmak beni güvende hissettiriyordu. Yarım saat kadar orada kaldıktan sonra beni de aralarına almışlardı. Hepsiyle tanışmış hatta onlar için bir şarkı bile söylemiştim.

Bir anda deniz tarafından gözleri kör edercesine bir ışık çaktı. Araba farı değildi çünkü ışık iki kaynaktan değil tek kaynaktan geliyordu. Gözlerimi kısıp bakınca onun olduğunu anladım. Çift dinamolu ve ekstra led eklediği bisikletiyle Batman’in yardım çağrısı ışığı gücünde bir fara sahipti.

Deniz tarafındaki kum daha sert olduğu için bisikleti oraya kadar sırtında taşımış sonra da oradan buraya dümdüz gelmişti. Sağ elinde kırık bira şişesi sol elinde de bir kağıt üzerime sürüyordu bisikleti. O kağıdı hatırladım. 750 liralık hesap çıkardığımız kağıttı.

Yeni tanıştığım gençler bu çıldırmış adamı görür görmez korkup çığlık çığlığa kaçmaya başladılar. Ben hem onlara birşey olmasın hem de götü kurtarayım diye denize doğru koştum. Koşarken artistlik yapmak için “İstediğin benim! Onları rahat bırak!” diye bağırıyordum. Zaten beni bırakıp onların peşinden gidecek hali yoktu.

Denize girer girmez hemen denizin dibinde büyükçe bir taş aramaya koyuldum. Hep rengarenk cicili bicili taşlar vardı. Normalde kırk yıl arasam bulamayacağım dümdüz denizde sektirmelik taş bile bulmuştum. Tecrübeli ellerde en az yedi kere sekme potansiyeline sahipti.

Sürekli dibe dalıp nefesimi tutarak yeni taşlar arıyordum. Bisikletçi de boş durmuyor Godzilla gibi yavaş yavaş üzerime doğru yürüyordu. Yaklaşmasıyla beraber panikleyip fazla seçeneğim olmadığını gördüm ve elime geçen tüm taşları birbir atmaya koyuldum. Önce bir deniz kabuğu fırlattım üzerine. Omzuna çarpıp suya düştü. Sonra kafasına doğru biraz yosun attım.

Başarısız denemelerim onu daha da güçlendiriyordu. Daha önce güldüğünü hiç görmediğim bu adam Joker gibi gülüyordu.

Hızlıca üstümdekileri ve ayakkabılarımı çıkarmaya başladım. Bunu görünce onunla kavgaya tutuşacağımı düşünüp kahkahalar atmaya başladı. Pantolonumu ve donumu da çıkardığımı görünce kahkahası bir anda yok oldu.

Bunları daha hızlı yüzebilmek için yapyordum. Çoraplarımı da çıkardıktan sonra üç kulaç bir nefes yüzmeye başladım. Fark biraz açılınca artistlik olsun diye kelebek stili ardından da sırtüstü yüzüş tekniklerini sergiledim.

Bir müddet sonra geriye dönüp baktığımda onun epey arkada kaldığını gördüm. Küfürler yağdırıyordu.

Eski maraton yüzücüsü olduğum için hiç durmadan epey bir yüzdüm. Sonunda gökyüzüne ışıklar saçan ve içerisinde çılgın bir parti dönen bir tekneye rastladım. “Gaza gelip donu çıkarmasaydım iyiydi” diye geçirdim içimden. 

Tuesday, August 9, 2016

Biraz Serseriliğin Kimseye Zararı Olmaz


Güneş tam tepedeydi. Gün aydınlandığından beri durmadan yürüyorduk. Erzağımız iki gün önce bitmişti ve o günden beri kimseyi görmemiştik. Akşamüstüne doğru sonunda at arabalarının geçtiği bir yola ulaşmayı başardık.

“Tanrıya şükürler olsun. Kurtulduk dostum kurtulduk! Buna inanamıyorum!” diyordu Hank.

Yoldan geçen arabaların hiçbiri durmuyordu. Aksine, tipimizi ve yırtık kıyafetlerimizi görenler atları daha da hızlı sürmeye başlıyorlardı.

“Gel yürümeye devam edelim Hank. Kimsenin duracağı yok,” dedim. “Ben de olsam bizi arabama almazdım.”

Hank umutluydu. Çılgınlar gibi ellerini savurup arabalara dur işareti yapıyordu. Sonunda bir araba yanımızda durdu. Saçı sakalı birbirine karışmış herifin teki şapkasını kaldırıp bize şöyle bir baktı. Ardından kendi kendine gülüp birşeyler fısıldadı ve önümüze tükürerek yoluna devam etti. Bu hareketten sonra Hank de artık arabalardan umudu kesmişti. Yola yayan devam ettik.

Sabaha karşı kasabaya varmıştık. Yarı ölü vaziyetteydik. Cebimizde beş kuruş para olmamasına rağmen meyhanenin yolunu tuttuk. İşin sonunda dayak yiyeceğimizi biliyorduk ama pek umrumuzda değildi. Ne kadar fazla içersek o kadar fazla dayak yiyecektik. Önce birer bira, sonra bir şişe rom içtik. Ardından bir şişe de viski içtik. Günlerdir aç olduğumuz için alkolun bünyemizdeki tesiri muazzam olmuştu.

Ben dansçı kızlardan birini tutmuş çılgınca dans etmeye başlamıştım. Kızın incecik belini bir sağ elimde bir sol elimde tutup müthiş ayak oyunlarımla kalabalığı eğlendiriyordum. Millet alkış tutuyor “Vay canına yaman dansçısın evlat,” diyorlardı. Hank de piyanisti kaldırıp piyanonun başına oturmuş hayatımda dinlediğim en hareketli dans parçalarından birini çalıyordu.

“Piyano çalabildiğini bilmiyordum dostum,” dedim bağırarak.

“Ben de senin dans ettiğini bilmiyordum. Kimse kimse hakkında herşeyi bilemez,” dedi.

Vay canına! Hank normalde böyle zekice laflar etmezdi. Tempoyu arttırıp daha da hızlı bir parça çalmaya başladı. Artık parça dansla eşlik edilecek gibi değildi. Dansçı kızı öpüp bir tabureye kuruldum ve kalabalıkla beraber Hank’i izlemeye başladım. Parmakları beyaz tuşlar üzerinde ölümcül bir dansa tutuşmuştu.

Barın sahibi Hank’in yanına gitmiş her gece barda çalması için geceliğine 10 papel teklif ediyordu. Çok iyi paraydı doğrusu. Hele bizim gibi cebi delik serseriler için muazzam bir paraydı. Hank kabul etmedi. Teklif 15 papel oldu. Ardından 20. Hank hala teklifi kabul etmiyordu. Üstüne üstlük kabalaşmış ve bar sahibine saygısızca davranmaya başlamıştı. Adam kıpkırmızı bir suratla piyanonun başından ayrıldı ve bir magnum tabancayla geri döndü. Silahı Hank’in kafasına doğrultup “30 papel ya da seni burada öldürürüm seni lanet şeytan,” dedi. Hank piyano ile cenaze marşınının hızlı ve biraz komik bir versiyonunu çalmaya başladı. Millet kahkahaya boğulmuştu. Adam dayanamayıp silahın kabzasıyla Hank’in kafasına vurup onu bayılttı. Ben ayaklanıp adama doğru koşmaya başlayınca izbandut gibi iki herif üzerime çullandı.

Sabah uyandığımızda ahırda samanların üstünde yatıyorduk. Hank’in suratına bakıp güldüm. Her yeri şişik ve mosmordu. Gözlerinden biri kapanmıştı.

“Bu ne hal dostum. Kıyafetlerin olmasa seni tanıyamazdım,” dedim.

“Sen kendi haline bak aptal herif. Dişlerinden biri düşmüş. Her şey senin yüzünden oldu,” dedi.

“Hadi ordan aptal herif. Niye adamın teklifini kabul etmedin sanki? Seni inatçı keçi. Piyanoyla o lanet gösterişi yapmak zorundaydın değil mi?”

“Ne teklifi ve gösterişinden bahsediyorsun hayvan herif? Hayatımda piyanoya elimi sürmedim. Sana olan biteni söyleyeyim. Son viskiyi içer içmez dansçı kızların götünü ellemeye başladın. Ardından bizi dövüp yaka paça bardan attılar ve içkilerin parasını istediler. Onun da olmadığını görünce üstüne bir daha dayak attılar,” dedi. “Kim bilir ne hikayeler uydurdun gene kafanda...”

“Ulan içkiden kafan gitmiş sen uyduruyorsun asıl. Bir bok hatırlamıyorsun,” dedim.

Bir müddet susup atları seyrettik. Sonra yine güneş tepemizde başka bir kasabaya doğru yola devam ettik.

Sunday, September 13, 2015

Sirk


 “Yüzyılın en iyi sirki burada! Bu eğlenceyi sakın kaçırmayın! Alessandrini kardeşler sadece bu gece sahnede!” İşte böyle bağırıyordu kasabımıza gelmiş gezgin sirkin önündeki parlak takım elbiseli ve kırmızı suratlı adam. Çadıra insanlar durmadan akın ediyordu. Bir bilet alıp ben de gösteriyi izlemek isteyen hevesli kalabalığın arasına katıldım.

İçerisi tam bir curcunaydı. Mavi, yeşil ve sarı ışıkların aydınlattığı çadırda ellerinde patlamış mısırlarla bağırarak koşuşan çocuklar, yavru aslanlarla fotoğraf çekilen insanlar ve trapezci kızlarla göz göze gelmeye çalışan delikanlılar vardı.

İlk gösteri bir palyaço gösterisiydi. Yüzü beyaza boyanmış şişman ve palet gibi ayakkabıları olan bir adam kendini küçük düşürmek için elinden geleni yapıyordu. Yerlerde yuvarlanıyor, su dolu büyük kovaların içine düşüyor ve tek tekerlekli bisikletiyle çeşitli sakarlıklar yapıyordu.

Ondan sonra sahneye büyük bir anons eşliğinde bir boz ayı çıktı. Ayı sahneye dansederek geldi. Millet gülmekten kırılmıştı. Danstan sonra ufak bir motorsiklete binip sahneyi turlamaya başladı. İnsanlar çıldırırcasına gülüyordu. Ayı son olarak futbol toplarına ayağıyla vurarak kaleye gol attı.

Ayının seyircilere eğilerek selam verip sahneyi terketmesinin ardından cesur trapezciler spot ışıkları eşliğinde ortaya çıktı. Bu insanlar adeta ölüme susamış bir avuç topluluktu. Ölümle dans edercesine havada birbirlerini atıp tutuyorlardı. Bu gösteri çadırdaki teyzeleri çılgına çevirmişti. “Vah vah vah, aaaaa düştü düşecek” sesleri çadırı inletiyordu. “İp var ip ip!” diye bağıran adamlar da vardı. Bu gürültü trapezcilerin dikkatlerini ve soğukkanlılıklarını bozmuyordu. Birer makine gibi ordan oraya zıplıyor, halkaları ve birbirlerini tutarak örümcek adam gibi havada süzülüyorlardı.

Büyük gösteri geldi çattı ve kardeşler sonunda sahne aldı. İnanılmaz şovlar yapıyorlardı. Birbirlerine tıpatıp benzemeleri de işe bir ilginçlik katıyordu. Bir kutudan girip başka kutudan çıkıyor, testereyle birbirlerini kesiyor, havaya alevler üflüyor, boğazlarına kılıçlar sokuyor, koşan atlar üzerinde ayakta durarak top çeviriyorlardı.

Son gösterileri için kalabalık arasından birini seçeceklerini söylediler. İki tane spot ışığı tüm çadırı dolaşıyordu. Işıklar git gide yavaşladı ve benim üzerimde birleşti. Buna inanamıyordum. Alessandrini Kardeşler beni seçmişti. O güne kadar birçok sirke gitmiştim ama hiçbirinde sahneye çağrılan adam olmamıştım. Sonunda bu şerefe nail olacaktım. Ama sahneye gidip de utanç içinde yerine dönmeyen seyirci de görmemiştim. Küçük düşecektim. Gitmemek için ısrar ettim. Elimle “Yok yok olmaz başkasını çağırın” der gibi işaretler yapıyordum.

Kardeşler seyirciyi coşturmaya başladı. “Alkis lutfen! Alkis alkis alkiiiiiiiis!” diye bağırıyorlardı. Türkçe konuşan İtalyanları gören seyirciler elleri kanarcasına alkışlamaya başladılar. İşte gidiyordum. Basamakları ikişer üçer iniyordum. Bir yığın insan arasında küçük düşmeye ve travmatik bir olay yaşamaya giderken nasıl da mutluydum. Bu tanımadığım insanlar karşısında sevdiğim kadına sırıtmadığım kadar sırıtıyordum. Hayat böyledir dostlarım. Böyle anlarda suratınızda durduramadığınız bir gülümseme beliriverir.

Sahneye çıkar çıkmaz Alessandrini kardeşler bana dimdik duran rengarenk bir kutuya girmemi işaret ettiler. İşte başlıyorduk. Kutuya girer girmez kutunun üstünü bir örtüyle kapadılar. Kutunun hileli kapağı açıldı ve aşağı düştüm. Sahnenin aşağısında birkaç kadın vardı ve “Gömleğini çıkar! Hadi çabuk ol!” diye fısıldıyorlardı. Adeta sirk temalı erotik filmin içine düşmüştüm. Bu çılgınlığa bir dur diyecek gücü kendimde bulamıyordum. İlk kez böyle birşeye tanıklık ediyordum. Sanki bana iyilik yapıyorlarmışcasına gülümseyerek gömleğimi çıkarmaya başladım. 

“Geç kutuya hemen” dedi kadınlardan biri. Kutuya girmemle beraber örtünün açılması bir oldu. Seyirciler kıkır kıkır gülmeye başladılar. Kardeşler beni yok edeceklerini iddia etmişlerdi ama güya sadece gömleğim yok olmuştu. Örtü tekrar kutunun üzerine kapandı ve gene aşağıya düştüm. 

Aşağıda kadınlar bu sefer pantolonumu çıkarmamı söylüyordu. O gün fantastik donlarımdan birini giydiğim günlerden biriydi. Lacivert gökyüzü temalı donumun üzerinde bir sürü yıldız ve neşeli Winnie the Pooh’lar vardı. Buradan sonra geri dönüş yoktu. Buradan sonrası yokuş aşağı gidiyordu. Hızlıca pantolonumu çıkarıp kutuya tekrar girdim ve sahneye çıktım. Örtü büyük bir ihtişamla tekrar açıldı. Kalabalık kahkahalara boğulmuştu. Kardeşler sirk tercümanına "Daha fazla devam etmesek iyi olacak" dedirtip bana bakıp gülmeye başladılar. Ben de keriz gibi gülüyordum.

Daha sonra beni yanlarına çağırdılar. Bir yığın tanımadığım insana iş ayakkabılarım, uzun çoraplarım ve Winnie the Pooh’lu donumla selam veriyordum. Alessandrini kardeşlerin son şovu gerçekten çok tırttı ama seyirciyi güldürmüşlerdi. Umarım bu gösteriyi patronum izlemiyordur diye düşündüm. Gösterinin başındaki palyaçodan bile kötü durumdaydım. Ürkek bir tavşan gibiydim. Bu saatten sonra tek sığınağım kutuydu. Kutuya girmeye yeltendim. Kardeşlerden biri beni kolumdan tuttu. Sirkin diğer üyeleri sahneye doluşmaya başladı. Onları bekliyorduk. Toplu selam verilecekti. Palyaço, ayı ve trapezciler sırayla sahneye geldi. Hep beraber seyircilere selam verirken nasıl da gülümsüyordum. O günden sonra bir daha sirke gitmeyecektim.


Friday, September 11, 2015

Gurme Kahve

Gurme kahve tufanına tutulmuştum. Bünye gurme kahve istiyordu.  Gurme kahve yakıtım haline gelmişti. Nerede 12 saat kahve çekirdekleri suda bekletilerek özen ve titizlikle hazırlanmış Cold Brew var, nerede özel damıtma teknikleriyle hazırlanmış Kyoto Drip var ben de oradaydım. Ard arda on tane üçüncü dalga kahveci dolaşabilecek dayanıklılığa ulaşmıştım. Mekanlar beni biliyordu. Kahvenin Vedat Milor’u olmuştum.

O gün gene bir kahvecide oturmuş menünün gelmesini bekliyor bu sırada da arkadaşıma komikli bi hikaye anlatıyordum. “Ve ben de ona ne dedim biliyor musun? Ona dedimki uğur böcekleri asla pardesü giymez dostum hahahahaah” şeklinde hikayemi bitirirken menü masamıza geldi. Az önce kahkahalar atan ben menüyü görünce soğuk terler dökmeye başladım. Gurme kahve saatim gelmişti ama menüde gurme kahve namına hiçbirşey yoktu. En başta inanamayıp garsonu çağırdım. Garson durumu onayladı. Ellerindeki en egzotik kahve espressoydu. Espresso  benim için çaydan, oraletten farksızdı. Yetersizdi. O seviyeyi çoktan geçmiştim. Bünye daha fazlasını istiyordu. İçimde yanan ve sadece gurme kahvenin söndürebileceği bir ateş vardı.

Menüden kafamı kaldırıp Öykü’ye “Şu menünün haline bak. Hadi gidelim buradan” der gibi baktım. “Tamam gidelim” der gibiydi. “Nereye gideceğiz buralarda bir yer biliyor musun” der gibi baktım. O da “Evet bir yer biliyorum” der gibi kafasını salladı.

“O zaman ben bir Iced Espresso alayım” dedi. Aramızdaki sessiz diyalogu tamamen yanlış anlamış, kafamdan uydurmuştum. Sakin düşünemiyor, çölde susuz kalmış bir bedevi gibi seraplar, halüsinasyonlar görüyordum. Kahveyi açgözlülükle tükettiğim için kahve tanrıları beni cezalandırıyordu. Kendi kendime yarattığım bu bağımlılığın içerisinde eriyip gidiyordum.

“Ben tuvalete gidiyorum” diyip masadan kalktım. Tuvalet üst kata giden merdivenlerin ortasındaydı. Gördüğüm en saçma tuvaletti. Girer girmez kapıyı kilitledim. Lavaboda yüzüme seri şekilde su çarpıp kendime gelmek için kafamı sağa sola salladım. Bu bağımlılık beni vahşi bir orangutana çevirmişti. Normalde Dr. Jekyll gibi sakin bi adamken kahvemi almadığımda Mr. Hyde oluyordum.

Tuvaletin camı kafenin hemen arkasına bakıyordu ve geçebileceğim büyüklükteydi. Ne eksik ne fazla. Camdan çıkacaktım. Bunu yapacaktım. Riskli bir işti ama sağlıklı düşünemiyordum. Egzotik kahve bulup içecek sonra geri gelecektim. Aynada kendime bakıp “Bunu yapabileceğini biliyorum ve sana güveniyorum” dedim. Kafam önde camdan çıkmaya başladım. Evet bebeğim işte böyle. Pencereden bir yılan gibi süzülüyordum. Göt kısmımı camdan geçirmeye çalışırken sıkıştım. Daha da zorlayınca iyice sıkıştım. Burdan çıkmam lazımdı. O kahveyi içmem lazımdı. Salyangoz hareketiyle kendimi öne doğru atmaya başladım. Kısa süre sonra yeni doğmuş bir bebek gibi fırladım kahvecinin tuvalet camından dışarı.

Camdan kafam önde çıkmak büyük aptallıktı. Havada dengeyi sağlarım gibi düşünürken yere çok pis düşmüştüm. Ağzım yüzüm dağılmıştı. Ağırsiklet boks maçının son roundunu oynar gibiydim. Bayılmama ramak kalmıştı. Ellerim tutmuyordu. Yardım istemek için dokunmatik telefonumun ses komut fonksiyonunu aktive ettim. Bu dahiyane bir fikirdi. Telefona ciddi bir sesle “Öykü’yü ara” dedim ama “Oppühü bara” gibi bir ses çıkarmıştım. Telefon Orhanlı Kebap Salonu’nu arıyordu. Telefonun diğer ucunda bana yardım edebilecek biri yerine kebap siparişi bekleyen sinirli bir adam vardı. İşler iyi gitmiyordu. Artık uğraşmanın bir anlamı yok diye düşündüm ve bayılmaya karar verdim.                

Monday, September 7, 2015

Dayı

Ben, kedi ve Kemalettin Dayı üç sıkı dosttuk. Mangalın başında balıkların pişmesini izliyorduk. Dayı “Şu balığa bak be kardeşim! Bak bak üfffff! Hey yavrum benim” diyor Brezilyalı spikerin maç anlatması gibi balıkların pişmesini anlatıyor, gözleri fıldır fıldır dönüyor, bembeyaz bıyıkları kıpır kıpır oynuyordu.

Dayının hayatta en çok zevk aldığı iki şey kuşkusuz balık yakalamak ve yemekti. Üzerinde Ba-balık yazan ekmek teknesiyle bereketli bir gün geçirmişti. Böyle günlerde dayı telefonu kaptığı gibi beni arar ben de litrelik tekirdağı kapar gelirdim. Aslında pek karlı bir anlaşma değildi. İşe neresinden bakarsan bak zarardaydım ama insan kendini dayının yanında iyi hissediyordu. Her duruma karşı söyleyecek bir sözü vardı. Özlüsöz kitapçığı gibi adamdı. En önemlisi de her zaman hayatından memnun ve mutluydu. En küçük şeylerden zevk almasını biliyordu. Şimdi düşünüyorum da sanırım amacım dayının hayata olan perspektifini öğrenebilmek ve kendi hayatıma uygulamaktı. Bir Rus ajanın Alman üssüne sızması gibi dayının beynine sızmaya çalışıyordum.

O gece dayıyla para üzerine konuşuyorduk. Sözümü kesip “Para iki şekilde sorun teşkil eder evlat; çok fazlaysa ya da çok azsa” diyip sustu. Konuştuğumuz konu hakkında özlü sözü varsa hep böyle yapıyordu. Biraz düşünüp “Dayı o söz Bukowski’nin değil miydi?” diye sordum. Dayı kaşlarını çatıp “Nekovski nekovski?” dedi. Gülmeye başladık. Kedi bile gülüyordu. İçimden “Benim yaptığımda iş he. Nereden bilsin lan adam eheheh” dedim.

Gecenin ilerleyen saatlerinde rüzgar serin tokatlar gibi üzerimize gelmeye başladı. Dayı “Gel benim fakirhaneye geçelim. Böyle giderse yarına ikimiz de zatürre çıkacaz. Orada devam ederiz muhabbetimize. Çay da demlerim” dedi. “Vay dayıma bak beee! Aslan dayıııııı” diyip verdim gazı.

Eve gittiğimizde dayı çay koyduktan sonra “Ben bi tüfeği boşaltıp geliyorum” diyip tuvalete gitti. Muhabbet fazla samimileşmişti. Dayının yokluğunda eve göz gezdirdim. Resmen hiç eşya yoktu. Odanın köşesinde eski bir çekyat vardı. Önünde bir yer masası, bir tane de ufak televizyon vardı.

Çekyat tam kapanmamıştı. Gidip de kapayayım diye çekyata doğru hareketlenince çekyatın altında bir yığın kitap olduğunu farkettim. Bukowskiler, Fanteler, Palahniuklar gırla gidiyordu. Dayı yeraltı edebiyatını yalayıp yutmuştu. Beynimden vurulmuşa döndüm. Aldatılmış, mal yerine konulmuş gibi hissediyordum.

Dayı tuvaletten dönünce kitapları elimde sallayıp “Bunlar ne lan? Söylediklerinin hepsini yaşam tecrübesi sanıyordum. Facebook’da özlü söz paylaşan teyzeden farkın yok. Yalanmışsın dayı yalan” dedim. Utanacağını sanarken tam tersi “Ne var lan okurum okumam sanane” diyip sinirlendi. Aklım geçmiş hesaplara gitti. “Ver lan rakıların parasını ibne” dedim. “Dur vereyim” diyip elini cebine attı. Elini nah şekline getirip “Al” diyip geri çıkardı. Bu hareketi çok sinirime dokundu. Koşup dayıya okkalı bir yumruk salladım. Yumruğu sünger gibi emip yere kapaklandı. Yerde dayıyı dövmeye devam ediyordum. “Neden yaptın lan bunu bana? Kandırdın beni! Kandırdın!” diye bağırarak dayıyı yumruk manyağına çeviriyordum. Hıncımı çıkardıktan sonra oturup hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Fazla tepki göstermiştim.

Dayı bayılmış yerde yatıyordu. Kucakladığım gibi arabanın arka koltuğuna atıp hastaneye doğru sürmeye başladım. Giderken bir tümseği çok sert geçince dayı ayılıp “Oğlum hayvan mısın yav? Hayvan gibi şaapıyorsun. Gavuru döver gibi dövdün beni anasını satayım şu halime bak” dedi. “Nah çekmeseydin bunlar olmazdı dayı” dedim. Dayı “Oğlum ne manyak adammışsın sen” diyip gülmeye başladı. Bu olayda bile gülünecek bir taraf bulmuştu. O an olayın kitaplarda olmadığını anladım. Dayı harbiden kral adamdı. Ben de gülmeye başladım. Güldükçe gülüyorduk. Kedi kahkahalara boğulmuş patileriyle dizlerini dövüyordu. Arkada dayı, yan koltukta kedi, direksiyonda ben gene üç sıkı dost olmuştuk.


Friday, September 4, 2015

Menderes Abi


Evet ben O’yum. Biralı cıgaralı ortamlarda sinsi gibi takılıp sağlıklı yaşam üzerine ahkam kesen adamım ben. Mehmet Öz’cülük oynamayı seviyorum ne yapayım. 

“Abi aslında en değerli giysimiz cildimiz” ya da “Ya mideye indirdiğin şeyleri arabana yakıt alıyormuş gibi düşüneceksin. Alkolün hiçbir yararı yok boş kalori alıyoruz resmen” en çok kullandığım cümlelerdir.

Bir gün gene kendimi kaptırmış sürekli gittiğimiz bir pubda “Ya Melis’cim bak sağlıksız beslenmek uyuşturucu kullanmaktan farksız bunu anlamıyor musun? Bu bira tabağını yapmak için kim bilir hangi yağı kullanıyorlar. Şu nuggetın rengine bakar mısın?” şeklinde yardırırken omzumda bir el hissettim. Bu el her sabah sahildeki koşu parkurunda sauna eşofmanlarıyla koşan 73 yaşındaki Menderes Abi’ye aitti.

“Bana bak evlat. Şu halime bak!” dedi. Kırışıklık içinde kalmış suratını gösteriyordu. “Bir gün daha fazla yaşamak için her gün yağmur çamur demeden sabah 5’te kalkıp kilometrelerce koşuyorum. Bu yaşıma kadar doğal beslenip bitki çaylarının dibine vurdum. Adını bile duymadığın sebzeleri yararlı diye kabuklarıyla beraber çerez niyetine yiyiyorum. Hayatımda sigara ve alkol kullanmışlığım yoktur. Ama hele bir sor evlat mutlu muyum diye. Değer miydi diye. Hele bir sor.” Bir müddet sessizlikten sonra “Sorsana lan!” diye bağırdı. “Mutlu musun Menderes Abi?” diye sordum.

Yanımdaki sandalyeye oturup masaya bir yumruk vurdu. “Mutluluk mu? Bu şekilde yaşayıp hayatın nimetlerinden faydalanmadıktan sonra nasıl mutlu olabilirim ki? Vücudumu hayatım boyunca bir bebekmişcesine kolladım. Sinemada insanlar Alaska Frigo yerken ben evden getirdiğim kuru kayısıları kimseler görmesin diye en arka koltukta löp löp yutuyorum. Arkadaşlarım sarhoş olup çılgınlar gibi eğlenirken ben evde acaba salataya balzamik sirkeyi fazla mı kaçırdım diye kara kara düşünüyordum. Şimdi 18 yaşındaki halimi bulsam onu öyle bir döverim ki. Dayarım viskiyi şarabı pezevenge. İçmek istemezse döve döve içirtirim şerefsizim” dedi.

Ortalık ölüm sessizliğine bürünmüştü. Herkes sürekli sağlıklı yaşam konusunda atıp tutan benden Menderes Abi’ye sağlam bir karşılık vermemi ve istikrarlı bir duruş sergilememi bekliyordu. Cesaretimi toplayıp “E abi bu yaşına kadar yaşamışsın işte fena mı” diyip ardından “Tsieheheseh”şeklinde gergince güldüm. 

Menderes Abi’nin boncuk gözlerinde şimşekler çakıyordu. Son yüzyılın en kuvvetli fırtınalarından biri üzerime doğru geliyordu ve bundan kaçış yoktu.

Menderes Abi sandalyeden ok gibi zıplayıp çevik bir hareketle arkama geçip kollarımdan beni 
kıstırdı. Yılların egzersiz ve sağlıklı beslenmesi meyvesini vermişti. Bu çelik gibi kollardan kurtulmak imkansızdı. “Anlamıyorsun, anlamıyorsun...” diye mırıldanıyordu sürekli. 

Barmen’e “Bir şişe Smirnoff gönder çabuk olsun!” diye bağırdı. Kimsenin bu çıldırmış adamı durdurmaya ne niyeti ne de cesareti vardı. Melis’e yalvaran gözlerle bakıyordum. Ağlayarak gözlerini başka tarafa çevirdi.

Votka geldi. Menderes Abi pubdaki gençlerden birine “Gel sana 50 kağıt vereyim de şu şişeyi bu çocuğa içirmeme yardım et delikanlı” dedi. Menderes Abi’nin soğukkanlı ve işini bilir hali bu akıl almaz olayı herkesin gözünde normalleştirmişti.

Gözlerimden yaşlar süzülerek votkayı su gibi içerken Menderes Abi kulağıma “Bugün senin günün evlat. İleride bana bunun için teşekkür edeceksin” diye fısıldıyordu. Votkayı içiyordum çünkü içmesem boğulacaktım. Bu adamın şakası yoktu. Boğazım yangın yerine dönmüştü.

Şişeyi bitirdiğimde artık serbesttim. Eve doğru koşmaya başladım. Menderes Abi arkamdan gülerek “Keşke benim de bunu yapacak bir Menderes Abim olsaydı! Tadını çıkar!” diye bağırıyordu. “Beni duydun mu ha? Tadını çıkar!”



Thursday, September 3, 2015

Salaş Mekan


İnsanın ne yapacağını bilemediği sıcak yaz günlerinden biriydi. Atladım taksiye. Bir müddet direndim sonra sessizliğe dayanamayıp muhabbet açtım. Karşımda yaman bir taksici vardı. Ustaca konu geçişleriyle konuşmama fırsat bırakmadan sürekli birşeylerden yakınıyordu. On dakika içinde hükümeti yıkıp baştan kurmuş, şimdi de benzin zammını eleştiriyordu. Ligin başladığını bile bilmeyen bana bu sene Fener’e kimleri aldıklarını gülerek anlatıyordu. Sonunda gideceğim yere varıp indim taksiden.

Gitmiş olduğum yer fazla müşterisi olmayan, salçalı tostu iyi yapan ve gittiğinizde içinizden “burayı bilen fazla kişi yok ama ben biliyorum eheheheh” diye geçirdiğiniz salaş yerlerden biriydi. Sarma tütünümü çıkarıp sarmaya başladım ve bi tane salçalı tost bi tane de çay söyledim. Salaş mekan rutinlerini bir bir gerçekleştiriyordum.

Siparişi verdikten sonra telefonu çıkardım ve rehberi baştan aşağı taramaya başladım. Evet bu an o andı sevgili dostlar. Pek sık görüşmediğiniz ve hayatında ne değişiklikler olduğunu merak ettiğiniz eski dostlardan birini arama vaktiydi.  Aradım açmadı.

Sonraki hedefime geçmek üzereyken yanımdaki masadaki çiftin muhabbetine kulak misafiri oldum. İngilizce konuşuyorlardı. Bu tür durumları böyle yerlerde olağan karşılamak gerekir. Tostumu yemeye devam ederek sakince muhabbeti dinledim. Muhabbetin soyu tükenmekte olan bir köpekbalığı türü üzerine olduğunu farkettiğimde tost hafiften boğazıma kaçtı ama bir çay dalgasıyla onu ait olduğu yere gönderdim.

Aylardır içimde sürekli birşeyler okumak, bilgilerime bilgi katmak bu sayede dünyayı ve insanları daha iyi anlamak arzusu vardı. Kafedeki değişim kütüphanesine şöyle bi bakıp iç geçirdim. “Kaç kitap vardır lan burada. 500 tane vardır desen haftada 2 tane okusam 250 hafta eder...” diye hesaplar yapmaya başladım.

Sinemaya da oldukça düşkündüm. Kitapların filmlerden daha bilgilendirici olduğunun farkındaydım ama filmler de kitaplardan daha etkileyiciydi. Zengin adamın biri çıksa da bana “Evlat haftada 5 gün malikaneme gelip sabah 9 dan akşam 5 e kadar film izleyecek sonra da iyi filmleri bana önereceksin ben de senin ceplerini dolduracağım,” dese diye hayaller kurardım.

Kurduğum hayalden de anlaşılacağı üzere, o zamanlar bir meslek sahibi değildim. O anki hayat standartlarımı sürdürmek istiyordum ama bir meslek sahibi olmak aklımın ucundan bile geçmiyordu. Meslek sahibi olmak demek insanın tüm ömrü boyunca çalışması demekti. Bunu istemiyordum. Zaten bunu hangi aptal isterdi ki? İnsanlar ya para kazanmak zorundaydılar ya da kendilerini çalışmak zorunda olduklarına inandırmışlardı.

Böyle idealist hayaller kurarken ve hayatımı düşündüğüm gibi yaşamayı isterken kendimi yirmi sene sonra yaşadığım gibi düşünürken hayal ettim. Geçmişte bana ters gelen herşeyi normalleştirmiş, terfi almak için milletin ayağını kaydıran puştun teki olmuştum. Önce bir plaza faresine dönüşmüş, yalanacak göt kalmayınca da müdür olmuştum.

Gelecekteki halime, taksiciye ve yanımdaki çifte küfredip bir sigara yaktım. Takcinin dertleri ne kadar sığ, yanımdaki çiftin dertleri de ne kadar absürddü. Belki benim dertlerim de onlara göre saçmaydı.

Taksici düşündüklerimi bir şekilde duymuş ve koşarak masamı Chuck Norris uçan tekmesiyle devirmişti. “Ulan asıl seninki dert mi ibne! Gelmiş burada birşeyler yapmaya çalışan bizlerle dalga geçiyorsun. Kendin bir bok yaptığın yok. Kitap okuyamamaktan yakınıyorsun,” diyordu. Gözleri yaşarmıştı. Üzerime kafedeki eski kitapları bir bir fırlatmaya başladı. “Al oku, al bunu da oku, al bunu da...”

Taksicinin omzuna elimi koyup "napıyorsun abi sakin ol," diyerek sandalyeye oturttum. Bir salçalı tostla iki çay söyleyip golden virginia sarmaya başladım. “Haklısın abi benimki dert değil de hippiyiz işte napalım hippilik bunu gerektirir,” diye alttan alıyordum. Yelkenleri suya indirdiğimi görünce o da hatasını kabul etti. 

Pek bilinmeyen bir John Lennon şarkısı eşliğinde kardeş kardeş çayları içtik. Kubrick’in klasik müziği filmlerinde bu kadar etkili kullanmasını övüp Aldous Huxley'in kullandığı uyuşturucular hakkında hararetli bir tartışmaya daldık.