Gurme kahve
tufanına tutulmuştum. Bünye gurme kahve istiyordu. Gurme kahve yakıtım haline gelmişti. Nerede 12
saat kahve çekirdekleri suda bekletilerek özen ve titizlikle hazırlanmış Cold
Brew var, nerede özel damıtma teknikleriyle hazırlanmış Kyoto Drip var ben de
oradaydım. Ard arda on tane üçüncü dalga kahveci dolaşabilecek dayanıklılığa
ulaşmıştım. Mekanlar beni biliyordu. Kahvenin Vedat Milor’u olmuştum.
O gün gene bir
kahvecide oturmuş menünün gelmesini bekliyor bu sırada da arkadaşıma komikli bi
hikaye anlatıyordum. “Ve ben de ona ne dedim biliyor musun? Ona dedimki uğur böcekleri asla pardesü giymez dostum
hahahahaah” şeklinde hikayemi bitirirken menü masamıza geldi. Az önce
kahkahalar atan ben menüyü görünce soğuk terler dökmeye başladım. Gurme kahve
saatim gelmişti ama menüde gurme kahve namına hiçbirşey yoktu. En başta inanamayıp
garsonu çağırdım. Garson durumu onayladı. Ellerindeki en egzotik kahve espressoydu.
Espresso benim için çaydan, oraletten
farksızdı. Yetersizdi. O seviyeyi çoktan geçmiştim. Bünye daha fazlasını
istiyordu. İçimde yanan ve sadece gurme kahvenin söndürebileceği bir ateş
vardı.
Menüden kafamı
kaldırıp Öykü’ye “Şu menünün haline bak. Hadi gidelim buradan” der gibi baktım.
“Tamam gidelim” der gibiydi. “Nereye gideceğiz buralarda bir yer biliyor musun”
der gibi baktım. O da “Evet bir yer biliyorum” der gibi kafasını salladı.
“O zaman ben bir
Iced Espresso alayım” dedi. Aramızdaki sessiz diyalogu tamamen yanlış anlamış,
kafamdan uydurmuştum. Sakin düşünemiyor, çölde susuz kalmış bir bedevi gibi seraplar,
halüsinasyonlar görüyordum. Kahveyi açgözlülükle tükettiğim için kahve tanrıları beni cezalandırıyordu. Kendi
kendime yarattığım bu bağımlılığın içerisinde eriyip gidiyordum.
“Ben tuvalete
gidiyorum” diyip masadan kalktım. Tuvalet üst kata giden merdivenlerin ortasındaydı. Gördüğüm en saçma tuvaletti. Girer girmez kapıyı kilitledim. Lavaboda yüzüme seri şekilde
su çarpıp kendime gelmek için kafamı sağa sola salladım. Bu bağımlılık beni vahşi
bir orangutana çevirmişti. Normalde Dr. Jekyll gibi sakin bi adamken kahvemi
almadığımda Mr. Hyde oluyordum.
Tuvaletin camı
kafenin hemen arkasına bakıyordu ve geçebileceğim büyüklükteydi. Ne eksik ne
fazla. Camdan çıkacaktım. Bunu yapacaktım. Riskli bir işti ama sağlıklı
düşünemiyordum. Egzotik kahve bulup içecek sonra geri gelecektim. Aynada
kendime bakıp “Bunu yapabileceğini biliyorum ve sana güveniyorum” dedim. Kafam
önde camdan çıkmaya başladım. Evet bebeğim işte böyle. Pencereden bir yılan
gibi süzülüyordum. Göt kısmımı camdan geçirmeye çalışırken sıkıştım. Daha da
zorlayınca iyice sıkıştım. Burdan çıkmam lazımdı. O kahveyi içmem lazımdı.
Salyangoz hareketiyle kendimi öne doğru atmaya başladım. Kısa süre sonra yeni
doğmuş bir bebek gibi fırladım kahvecinin tuvalet camından dışarı.
Camdan kafam önde
çıkmak büyük aptallıktı. Havada dengeyi sağlarım gibi düşünürken yere çok pis düşmüştüm. Ağzım yüzüm dağılmıştı. Ağırsiklet boks maçının son roundunu oynar gibiydim. Bayılmama
ramak kalmıştı. Ellerim tutmuyordu. Yardım istemek için dokunmatik telefonumun ses komut fonksiyonunu aktive ettim. Bu dahiyane bir fikirdi. Telefona ciddi bir sesle “Öykü’yü ara”
dedim ama “Oppühü bara” gibi bir ses çıkarmıştım. Telefon Orhanlı Kebap
Salonu’nu arıyordu. Telefonun diğer ucunda bana yardım edebilecek biri yerine
kebap siparişi bekleyen sinirli bir adam vardı. İşler iyi gitmiyordu. Artık uğraşmanın
bir anlamı yok diye düşündüm ve bayılmaya karar verdim.
No comments:
Post a Comment