Ben, kedi ve
Kemalettin Dayı üç sıkı dosttuk. Mangalın başında balıkların pişmesini
izliyorduk. Dayı “Şu balığa bak be kardeşim! Bak bak üfffff! Hey yavrum benim”
diyor Brezilyalı spikerin maç anlatması gibi balıkların pişmesini anlatıyor, gözleri
fıldır fıldır dönüyor, bembeyaz bıyıkları kıpır kıpır oynuyordu.
Dayının hayatta
en çok zevk aldığı iki şey kuşkusuz balık yakalamak ve yemekti. Üzerinde
Ba-balık yazan ekmek teknesiyle bereketli bir gün geçirmişti. Böyle
günlerde dayı telefonu kaptığı gibi beni arar ben de litrelik tekirdağı kapar
gelirdim. Aslında pek karlı bir anlaşma değildi. İşe neresinden bakarsan bak
zarardaydım ama insan kendini dayının yanında iyi hissediyordu. Her duruma
karşı söyleyecek bir sözü vardı. Özlüsöz kitapçığı gibi adamdı. En önemlisi de
her zaman hayatından memnun ve mutluydu. En küçük şeylerden zevk almasını
biliyordu. Şimdi düşünüyorum da sanırım amacım dayının hayata olan
perspektifini öğrenebilmek ve kendi hayatıma uygulamaktı. Bir Rus ajanın Alman
üssüne sızması gibi dayının beynine sızmaya çalışıyordum.
O gece dayıyla
para üzerine konuşuyorduk. Sözümü kesip “Para iki şekilde sorun teşkil eder
evlat; çok fazlaysa ya da çok azsa” diyip sustu. Konuştuğumuz konu hakkında
özlü sözü varsa hep böyle yapıyordu. Biraz düşünüp “Dayı o söz Bukowski’nin
değil miydi?” diye sordum. Dayı kaşlarını çatıp “Nekovski nekovski?” dedi. Gülmeye
başladık. Kedi bile gülüyordu. İçimden “Benim yaptığımda iş he. Nereden bilsin
lan adam eheheh” dedim.
Gecenin ilerleyen
saatlerinde rüzgar serin tokatlar gibi üzerimize gelmeye başladı. Dayı “Gel
benim fakirhaneye geçelim. Böyle giderse yarına ikimiz de zatürre çıkacaz. Orada
devam ederiz muhabbetimize. Çay da demlerim” dedi. “Vay dayıma bak beee! Aslan
dayıııııı” diyip verdim gazı.
Eve gittiğimizde
dayı çay koyduktan sonra “Ben bi tüfeği boşaltıp geliyorum” diyip tuvalete
gitti. Muhabbet fazla samimileşmişti. Dayının yokluğunda eve göz gezdirdim.
Resmen hiç eşya yoktu. Odanın köşesinde eski bir çekyat vardı. Önünde bir yer
masası, bir tane de ufak televizyon vardı.
Çekyat tam
kapanmamıştı. Gidip de kapayayım diye çekyata doğru hareketlenince çekyatın
altında bir yığın kitap olduğunu farkettim. Bukowskiler, Fanteler, Palahniuklar
gırla gidiyordu. Dayı yeraltı edebiyatını yalayıp yutmuştu. Beynimden vurulmuşa
döndüm. Aldatılmış, mal yerine konulmuş gibi hissediyordum.
Dayı tuvaletten
dönünce kitapları elimde sallayıp “Bunlar ne lan? Söylediklerinin hepsini yaşam
tecrübesi sanıyordum. Facebook’da özlü söz paylaşan teyzeden farkın yok. Yalanmışsın
dayı yalan” dedim. Utanacağını sanarken tam tersi “Ne var lan okurum okumam sanane” diyip sinirlendi. Aklım geçmiş hesaplara gitti. “Ver
lan rakıların parasını ibne” dedim. “Dur vereyim” diyip elini cebine attı.
Elini nah şekline getirip “Al” diyip geri çıkardı. Bu hareketi çok sinirime
dokundu. Koşup dayıya okkalı bir yumruk salladım. Yumruğu sünger gibi emip yere
kapaklandı. Yerde dayıyı dövmeye devam ediyordum. “Neden yaptın lan bunu bana? Kandırdın beni! Kandırdın!”
diye bağırarak dayıyı yumruk manyağına çeviriyordum. Hıncımı çıkardıktan sonra
oturup hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Fazla tepki göstermiştim.
Dayı bayılmış
yerde yatıyordu. Kucakladığım gibi arabanın arka koltuğuna atıp hastaneye doğru
sürmeye başladım. Giderken bir tümseği çok sert geçince dayı ayılıp “Oğlum hayvan
mısın yav? Hayvan gibi şaapıyorsun. Gavuru döver gibi dövdün beni anasını
satayım şu halime bak” dedi. “Nah çekmeseydin bunlar olmazdı dayı” dedim. Dayı
“Oğlum ne manyak adammışsın sen” diyip gülmeye başladı. Bu olayda bile
gülünecek bir taraf bulmuştu. O an olayın kitaplarda olmadığını anladım. Dayı harbiden kral adamdı. Ben de gülmeye başladım. Güldükçe gülüyorduk. Kedi
kahkahalara boğulmuş patileriyle dizlerini dövüyordu. Arkada dayı, yan koltukta
kedi, direksiyonda ben gene üç sıkı dost olmuştuk.
No comments:
Post a Comment