Monday, December 1, 2014

Ormandaki Kız

Ardımda kocaman ayak izleri bırakarak yürüyorum. Ormanın içindeki yol tamamen karla kaplanmış. Üşüyorum ve açım. Bu gece ay çok mu parlak yoksa bana mı öyle geliyor? 

 Doğa sessizliğe bürünmüş. Bu sessizlik insanı düşünmeye sevkediyor. İnsan böyle soğuk havalarda bir şömine başında sıcacık yemekler yemeyi, muhabbetini özlediği sevecen insanları ve buna benzer şeyleri düşünür. Ben de öyle yapıyorum.

Gideceğim yere olan uzaklığım gittikçe kısalırken ortalığın sessizliği de gitgide uzuyor. Yolun kenarındaki çalılıkların arasından yaşlı bir köpeğin bana doğru geldiğini görüyorum. Bakışlarından ve postundan perişan durumda olduğu anlaşılıyor. Buna rağmen insanı etkileyen asil bir duruşu var. Benden yavaş ilerliyor. Yalnız yürümemek için ona ayak uyduruyorum.

Köpeğin burun delikleri hızlı hızlı açılıp kapanıyor, yiyecek kokusu almaya çalışıyor. Belli ki benim gibi onun da karnı acıkmış. Bir müddet sonra adımları iyice yavaşlıyor. Önümde daha epey yol olduğu aklıma geliyor. Hızlanıyorum ve onu geride bırakıyorum.

Biraz yürüdükten sonra karşıdan bana doğru gelmekte olan sarışın, genç ve güzel bir kız görüyorum. Kırmızı bir paltosu, oldukça parlak çizmeleri var. Sanırım biraz da acelesi var. Kafasını yere eğmiş hızlıca yürüyor ve arkasında küçücük ayak izleri bırakıyor. Issız bir yol ve tek başına dolaşan güzel bir kız... Buralarda bu ikisini bir arada görmek oldukça zordur.

Gençliğimden hatta çocukluğumdan beri en fazla sarışınlara ilgi duydum. Bugüne dek başıma ne bokluk geldiyse onlar yüzünden geldi ama en güzel anlarım da onlarla geçti. Uzaktan bana doğru kısa süreliğine bakıyor. Epeydir kadın yüzü görmedim, bir garip oluyorum. Yanına gidip birşeyler sormak, sesini duymak istiyorum. Saatin kaç olduğunu sorayım mı? İyi de bunun karşılığında bir rakam söyleyecek sonra da çekip gidecek. En iyisi ben buraların yabancısıyım diyerekten yol tarifi sorayım. Bu da olmaz. Üstümdeki kuzu yününden yapılma eski post buralarda yeni olmadığımı bas bas bağırıyor. 

Aklımdan bu düşünceler geçerken sahne tozunu yeni yutmuş acemi bir tiyatrocu gibi ellerimi nereye koyacağımı şaşırıyorum. Sol elimle paltomdan bir cıgara çıkarmış sağ elimle de kibrit kutusunu ararken buluyorum kendimi. Üç dört kez sürtüyorum kibriti kartondaki şerite. Yan artık be! Hem ısınmak hem de heyecanımı yenmek için ard arda derin nefesler çekiyorum cıgaradan. Hafiften başım dönüyor. Kız yanımdan geçip gidiyor. Hızlı soluk alıp veriyor. Benden korktu sanırım. Gittiği yöne doğru dönüyorum. Arkasından gidişini izliyorum. Ben ne ara böyle abaza bir herif oldum? Kız giderken yaşlı köpek de uzaktan bana doğru geliyor. “Senin acelen yok muydu?” der gibi bakıyor suratıma. Sen ne anlarsın... Dövsem mi şuracıkta aptal iti? Neyse şimdi aramızı bozmaya gerek yok. Şu anlık tek yoldaşım o. Beraber yola devam ediyoruz.



Sunday, November 30, 2014

Beklenmedik Olaylar Silsilesi Bölüm I



Saat sabahın üçü. Sarhoşluğun doruklarındayım. Taksici muhabbetini kafam kaldırmaz diye Amerikan filmlerdeki gibi arka koltuğa oturdum.


"Usta niye köprüye çıktık?"


"Köprüden geçmeden nasıl gideceğiz Bakırköy'e yeğen?"


"Ne Bakırköy'ü abi ya! Ben Kadıköy Belediyesi dedim sana."


Hay anasını satayım! Bir bu eksikti. Adam babam yaşında. Tatsızlık çıkarmak istemiyorum.


"Yanımda fazla para yok abi. Ben burada ineyim."


"Buradan nasıl gideceksin eve oğlum?"


"Gideriz bir şekilde."


Boğaz Köprüsü'nün ortasında taksiden indim. Uzaktan iki adam bana doğru koşmaya başladı.


"Dur delikanlı! Sakın yapma!"


Bekçiler beni kulübeye götürdüler. Çay ikram ettiler.


"Abi dediğim gibi taksiciyle aramızda bir anlaşmazlık oldu. Ben Kadıköy demiştim o Bakırköy anlamış. Beni bırakın da gideyim."


"Elimizden gelen birşey yok. Bu tür durumlarda polisi çağırmak zorundayız."


Saat 3'te onbeş dakikalık yürüme mesafesinde olan evime bir an önce varabilmek için taksiye binmiştim. Şimdi saat 4 olmuştu ve tanımadığım iki adamla boğaz köprüsünün bekçi kulübesinde demli çay yudumluyordum.


Kapı açıldı. Ellerini ovuşturan iki polis memuru içeri girdi.


"Bu ne soğuk lan böyle götümüz dondu! Sen misin intihar etmek isteyen?"


"Ne intiharı abi. Ben sadece eve gitmek istiyorum."


"Yalan söyleme lan! Niye köprünün ortasında arabadan iniyorsun o zaman?"


"Takside bir yanlışlık oldu. Köprüde inip karşıya geçecektim."


"Lan köprüde karşıdan karşıya mı geçilir? Geç şu arabaya karakola gideceğiz."





Saturday, November 29, 2014

Gitaristin Günlüğü Sayfa 3

Hobilerimiz ve yaptıklarımız gittikçe anlamsızlaşıyor. Sevmediğimiz işlerde çalışıyor, nefret ettiğimiz suratlara gülüyoruz. Birbirinden gereksiz şeyler satın alıyoruz. Saçma sapan reklamlar tüm gün bizi taciz ediyor. Sosyal medyada kendimizi pazarlıyoruz. Birbirimize boktan günümüzün ne kadar harika geçtiğini anlatıp başkalarının dedikodusunu yapıyoruz. Uyuşturucu ve alkol kullanıp kendimizi bir bok sanıyoruz.

Bu haftasonu bir dağ evine konuk oldum. Doğada soyu tükenen şeylerden biri de insan. İnsanoğlu doğayla ve hayvanlarla iç içe yaşamalı. Yaşlılığın ve bilgeliğin sonu böyle sade bir yaşam sanırım.


Wednesday, October 8, 2014

Bar Hikayesi



Çocukluk arkadaşım Cobb ile İngiltere’nin ucuz viski ve sidik kokan rezil barlarından birinde ceplerimizdeki son parayı içkiye harcıyorduk. Etraf oldukça tenhaydı. Biz de oldukça özgürdük ve genç olmak güzeldi.

“Aynısından bir duble daha yollasana.”

Yaşlı barmen sorgulayan gözlerle bana baktı. Her daim çatılmış olan kaşlarını daha da çattı ve tehdit eder gibi: “Hesabın oldukça kabarık evlat,” dedi. “Altından kalkabilecek misin?”

Ukalalık edesim geldi.

“Hallederiz babalık, sen işine bak,” dedim.

Aslında adam şüphelenmekte haklıydı. Birbiriyle tamamen uyumsuz kıyafetlerim ve üç aylık sakalım yüzünden beş parasız herifin tekine benziyordum. Cobb’un da itibarımı pek arttırdığı söylenemezdi doğrusu. Mahalledeki bir adamdan aldığı ne idüğü belirsiz mavi bir hap, dört bira ve iki duble viskiden sonra tamamen perişan haldeydi. Durmadan isimler sayıklıyordu. Bazen de yeşil, kırmızı, sarı, türlü ışıkların üzerinde dans ettiği bar tabelalarına doğru havada yumruklar savurarak küfrediyordu. Buradaki ışıklandırma gerçekten de berbattı. Bir sürü bar tabelası sürekli yanıp sönüyor, ilgiye muhtaç bir orospu gibi insana bir an olsun rahat vermiyordu.

Barmen küfürler mırıldanarak içkimi hazırlarken ben de etrafı süzdüm. Servis yapılan yuvarlak masalarda kimse kalmamıştı. Uzun bar masasında ise bizden başka yarım saattir bir şey içmeden oturan yaşlı bir adam vardı. Bir süre daha öylece oturduktan sonra sandalyesinden kalktı ve olduğumuz yere doğru eski kovboy filmlerindeki gibi geniş adımlarla yürümeye başladı. Bakışlarından ve yürüyüşünden kendine olan güveni hissediliyordu. Dirseğimle Cobb’u dürttüm.

“İhtiyarın teki bize doğru geliyor. Polis olma ihtimali var. Sen sadece normal davranmaya bak ve yanımdan ayrılma, gerisini bana bırak,” dedim.

“Ta-ta-tamam dostum. Sen.. sen nasıl istersen.”

Cobb büyük ihtimalle dediklerimden bir bok anlamamıştı. Bir süredir kafasını bar masasına dayamış uyukluyordu. Alnını tutup hafifçe kafasını kaldırdım ve suratına baktım. Gözleri ve burnu kıpkırmızıydı. Ara sıra ağzından salyalar akıyordu ve bir balo maskesi gibi sürekli sırıtıyordu.

Bir arkadaşınızı böyle bir durumda gördüğünüzde dalga geçmek ve belki sonradan ortak arkadaşlarınıza göstermek için birkaç fotoğraf çekmek istersiniz. Ama arkadaşınız sizin onunla dalga geçtiğinizi bile anlayamayacak kadar kötü durumdaysa o zaman işin rengi değişir ve sorumluluk duygusu ağır basar. İşte Cobb o kadar kötü durumdaydı. Hafifçe omzunu sıvazladım.

“Plan değişikliği Cobb. Sen sadece uyumaya devam et. Ben de son içkimi bitireyim. Sonra da buradan defolup gidelim.”

“Na-nasıl istersen ortak!”

İhtiyar adam yanıma geldiğinde hiçbir şey demeksizin bana bakıp gülümsedi. Bir müddet sonra yorgun bir sesle şöyle dedi:

“Yalnızlık… Benden bilge bir adamın da dediği gibi, cennet bile yalnız çekilmezmiş evlat.”

Söyleyecek birşey bulamadım. Bu cümle karşısında ne desem önemsiz kalacaktı. Belli ki çalışılmış bir replikti ve adam işini iyi biliyordu.

Şaşkın bakışlarımdan güç alarak, yaşından hiç de beklenmeyecek bir çeviklikle ona en yakın bar taburesini kendine doğru çekti ve yakınımda bir yere oturdu. Kısa bir sessizlikten sonra.

“Hoşgeldin babalık,” dedim.

Elimdeki viski bardağını biraz havaya kaldırdım.

“Sana da bir duble söylememi ister misin?” diye ekledim.

“Hayır, genç adam. Kafamı bulandıran şeyleri kullanmıyorum.”

Sırıttım. “Öyleyse çok yanlış yerdesin.”

“Haklı olabilirsin ama evde oturup televizyon karşısında pineklemekten iyidir ha?”

Benden karşılık alamayınca kendi kendine hafif ve neşeli bir kahkaha attı. Cebinden parlak, gümüş renkli bir sigara tabakası çıkardı ve bana ikram etmeksizin içinden bir dal sigara çıkarıp yaktı. Sanırım esprisine gülmememin intikamını alıyordu.

“Arkadaşının durumu pek iç açıcı görünmüyor.”

“Öyle göründüğüne bakma. Olayları abartmayı seviyor.”

Sigarasından derin bir nefes çekti.

“Evlat söylesene, cennet ve cehennem var mı sence?”

“Yok.”

“Cehenneme mi gitmek istiyorsun?”

“Ben sadece eve gitmek istiyorum.”

Güldü. “Ya öldükten sonra? O zaman bir evin olmayacak.”

“Ölmüş de dirilmiş gibi konuşuyorsun yaşlı kurt. Bunun tek açıklaması İsa olman.”

“Doğru bildin evlat.”

Sarhoştum ve benimle kafa bulmaya çalışan bir morukla uğraşacak havamda değildim.

“Kilisenin papazı falan mısın? Para mı istiyorsun? Palavrayı kes de ne istediğini söyle.”

“Yalnızca senin iyiliğini evlat… Yukarıdan bakınca yardımıma ihtiyacın varmış gibi gözüküyordu.”

“Senin yardımına falan ihtiyacım yok. Ne tür bir pislik olduğunu bilmiyorum ama benden uzak dursan iyi edersin.”

Bu adamla daha fazla samimi olmadan önce yola koyulma vakti gelmişti. Bardağımda kalan viskiyi kafama diktim ve hesabı ödedim. Barmen hesabın altından kalkabilmeme çok şaşırmıştı. Suratına yapışıp kalmış memnuniyetsiz ifadenin yerini iğrenç bir sırıtış aldı. Bu heriften daha fazla nefret edemeyeceğim konusunda yanılmıştım. Keşke hesabı eksik ödeseydim hatta hiç ödemeseydim diye düşündüm.

“Ayağa kalk bakalım Cobb, gidiyoruz.”

Cobb ayağa kalkmaya çalıştığı anda kendini yerde buldu. Böyle düşen çok sarhoş görmüştüm ama Cobb bu konuda gerçekten iyiydi. Onu tanımıyor olsam bir yatalak olduğunu düşünürdüm. Kalkmasına yardım etmek için elimi uzattım.

“B-Ben emekleyerek devam edeyim ortak. Sana yük olmak istemem,” dedi.

“Saçmalamayı kes de elimi tut.”

Yaşlı kaçığı ve barmeni geride bırakarak önce eski dostumu barın dışına yolladım sonra da ben çıkmaya yeltendim. Dış kapının açılmasıyla kendini hissettiren keskin soğuk bana içeride unuttuğum birşeyi hatırlattı. Geri dönüp sandalyede asılı duran ceketimi aldım. Sonra ben de kendimi dışarı attım.

Bardan çıkınca gördüğüm manzarayı hayatım boyunca unutmayacağım. Eski dostum Cobb, barın bulunduğu caddede dilenmek için kaldırımda oturan bir evsizin üzerine kusuyordu. Adamın elinde tuttuğu kartona büyük harflerle bir yazı yazılmıştı:

“KÖR VE DİLSİZİM.

LÜTFEN YARDIM EDİN.”

Vicdanıyla arası iyi olan biri değilimdir. Kimseye de kolay kolay merhamet etmem. O gün o zavallı adama gerçekten acıdım.

“Cobb! Çabuk buraya gel!” diye bağırdım. Cobb’un dünya umrunda değildi ve lanet herif kusarken bile gülebiliyordu. Kendimi kanalizasyon çukuruna balıklama atlamışım gibi hissediyordum. Sadece bu gecenin bitmesini istiyordum.



Thursday, September 11, 2014

Gitaristin Günlüğü Sayfa 2

Bu akşam tahmin ettiğimden fazla sarhoş oldum ve biraz ağladım. Yanlış kararlar vermek için doğmuş gibi hissetmeme ya da zamanın geri döndürülemezliğine mi ağladım? Yok o yüzden değil.

Klozetin başında kusmayı beklerken pürüzsüz, dalgasız suda kendi yansımamı gördüm. Uzun zamandır hissettiğim birşeyi kendime sordum. Neden eskisi gibi mutlu olamıyorum? Herşeyi yapılması gerektiği gibi yapıyormuşum hissi ne ara beni terketti? Hep birşeyler eksik...

Kafamı kurcalayan bu tür şeylerden kaçmak için bir dönem kendimi içkiye verdim. Alkol baya yıkıcı birşey ama altın oranı yakalayınca yıkıcı olduğu kadar yapıcı da oluyor. Bazı şeyleri yapmak için gerekli cesareti ve yaratıcılığı bana fazlasıyla verdi. Winston Churchill'in dediği gibi "Ben alkolün benden aldığının fazlasını ondan aldım." Belki onun kadar almamışımdır. Ama ödeştiğimize eminim.

Uyuşturucu için aynı şeyleri söyleyemeceğim. Lanet olası halüsinojenler... Bir ara bedenime hapsolmuşum gibi hissediyordum. Bunu anlatması gerçekten güç. Bir kukla yönetir gibi bir anda kendimi daha doğrusu benliğimi vücudumdan soyutlanmış buluyordum. Bu olay özellikle uzun süre yalnız kaldığımda oluyordu. Psikologa gitmeme ramak kalmıştı.

Bazen tüm bu şeylerden, mutlu olma zırvalarından, hayatın anlamını bulmaktan ve en önemlisi de şikayet etmekten vazgeçip sorumluluklarıma odaklanmam gerektiğini düşünüyorum ama yapamıyorum. Sanırım ben basit işlerin adamıyım. İş, okul... Hırs, kin, rekabet dolu ortamlar... Biraz geç farkettim ama bunlar hiç bana göre değil anasını satayım. Belki de bir çiftlikte çalışmalı, her sabah atları, inekleri ve tavukları beslemeli sonra da odun kırmalıydım. Genç yaşta bir aile kurardım. Evet, güneşin doğuşundan batışına kadar efendilerin cebini doldurmak için çalışırdım ama günün sonunda mutlu olacaksam bunun ne önemi var ki?

Saçmalıyor muyum? Sahip olduklarının değerini bilmeyen, kaleminden yapış yapış duygusallık ve karamsarlık damlayan züppenin teki miyim?

Öyle işte...



Sunday, August 17, 2014

Watchmen


Bize olan bu mu? Dostlara ayıracak zamanının olmadığı mücadeleyle dolu bir hayat... Sona erdiğinde sadece düşmanlarımız gül bırakıyor.

-Rorschach

Thursday, April 17, 2014

Gitaristin Günlüğü Sayfa 1



Kendimi bildim bileli televizyonda film izlemekten her zaman keyif almışımdır. Video oynatıcısından ya da bilgisayardan izleyince bu doğru değilmiş hissine kapılıyorum. Sanırım televizyonda film izlerken kontrolün bende olmaması beni rahatlatıyor. O anda benimle birlikte bir sürü insanın o filmi izliyor olması, ona zaman ayırıyor olması da hoşuma gidiyor.

Bir psikolog edasına bürünmek istemem ama bu olayın sebebi çocukluğuma dayanıyor da olabilir. Çocukken her sabah gazetenin arka sayfalarında verilen televizyon yayın akışına bakardım. Günün birinde adını hatırlamadığım bir kanalda adını hatırlamadığım bir korku filmi olduğunu gördüm. Filmi geç saate koymuşlardı ama bekleyecektim çünkü korku filmlerine bayılırdım.

Filmi beklerken uyuyakalmışım. Sabah uyandığımda büyük bir pişmanlık ve yenilmişlik hissettim. Filmi internetten izlemek ya da vcd kiralamak gibi bir seçeneğim yoktu. Telefonla birisi konuşurken internetin kesildiği çevirmeli bağlantımız vardı ve vcd dükkanındaki adam da çocuklara korku filmi kiralamıyordu. Kısacası filmi izlemek için tek şansım vardı ve ben onu kaybetmiştim.

O zamanlar bu tür şeyler çoğunluktaydı. Yalnızca tek fırsatınızın olduğu olaylar. Bu durum elde ettiklerimizi değerli kılıyordu. Sanırım bu da mutluluğun sırrıydı. Çünkü şimdi bir sürü olanağımız var ama mutlu değiliz.